Key Points

`Win or lose, everybody gets what they want out of the market. Some people seem to like to lose, so they win by losing money.` Ed Seykota

8 Eylül 2013 Pazar

Sermaye’nin Anavatanı (3)


Ticaret Fuarları
 
The Frost Fair, 1814
Fiyat devrimi ve Amerika’daki sayısız altın madeninin keşfi geçmişten keskin bir kopuşu beraberinde getirirken, 16. yüzyılda daha başka ekonomik yenilikler de sahneye çıkmaya başlamıştı. Nitekim geleneksel bir kurum olan ticaret fuarları artık ekonomik hayatta önemli bir rol oynamaya başlıyor, günümüze kadar sürecek bir dönüşüme ön ayak oluyordu. Bu kurumun yaygınlaşması içerdiği medeni nitelik açısından çok önemlidir. Ticaret fuarları yüzyıllardır süregelen savaş, din çatışması, talan ve yağmalarla çarpıcı bir karşıtlık içindedir.

Ticaret fuarları Orta Çağ’dan başlayarak iş hayatının temel bir kurumu haline gelmiştir. Kentlerin çok küçük olduğu, her cadde köşesinde bir banka şubesinin bulunmadığı ve evden çıkıp beş dakikada ulaşılabilecek süpermarketlerin olmadığı bir dünyada satılacak malların teşhir edilmesini, alınıp satılmasını bu fuarlar mümkün kılıyordu. Bu aynı zamanda, telefonun, Federal Express’in, malların fiyatlarını, finansal araçları ya da döviz kurlarını bildirecek haber kanallarının ve internetin bulunmadığı bir dünyaydı. Biraraya gelebilecekleri merkezi yerler olmasaydı, tüccarlar mallarını tedarik edemeyecek veya bir iki yerel kaynakla sınırlı kalacaklardı. Büyük müşteriler aldıkları malları koyacak yerleri ve büyük çoğunlukla ihtiyaç duydukları bankerleri bulamayacaklardı. Bankerler olmasaydı, binlerce işlem sırasında biriken yükümlülüklerini karşılamak için gereken çok miktarda para ve kredi enstrümanına sahip olamayacaklardı. Günümüzde her yıl yapılan Frankfurt Kitap Fuarı, Las Vegas’da ileri teknoloji ürünlerinin yer aldığı renkli fuarlar ve uzun yıllardır var olan Leipzig Sanayi Makineleri Fuarı eski dönemlerin bu canlı ve gerekli kurumunun soluk gölgeleridir. Dahası, günümüzdeki fuarlar yılda bir kez açılırken, o dönemde yılda en az iki kez kuruluyorlardı. Başlıca fuar merkezlerinden biri olan Lyon’da yılda dört kez fuar açılırdı.

Finasman İhtiyacı

Tüccarların komşularıyla alışveriş yaptığı yerel fuarların aksine, ticaret fuarları satacak bir şeyi olmayan tüccarlara satın alma ya da tersine hiçbir şey almadan kendi ürününü satma olanağı sağlıyordu. Tek taraflı satın alma çoğu zaman finansman gerektirir, çünkü satın alan kişi aldığı şeyin karşılığında bir şey satmamıştır. Böylece fuarların formatı giderek gelişmeye başladı ve 16. yüzyılda, fuarları finanse etmek, malların kendisi kadar önem kazandı. Birçok örnekte, ticari işlemler mal hareketine bakılmaksızın finansal işlemle yapılıyordu. Büyük fuarlara tüccar ve finansçılar hakimdi. Belediye ve kraliyet kurumlarının temsilcileri ikinci derecede rol oynuyorlardı.

Fuarlarda çok sayıda sarraf standı yer alıyordu; İspanya’daki Madina Del Campo fuarında yalnızca farklı ülkelerin para birimlerine göre düzenlenmiş borç senetleri ile alışveriş yapılıyordu. Sarrafların işi bayağı yoğun olmalıydı. Yetkin bir kaynağa göre 16. yüzyılda Avrupa’da 48 farklı madeni para dolaşımda bulunuyordu. Bunlardan 11 adedi İtalyan kentlerinden, 9 adedi Hollanda’dan, 6 adedi İngiltere’den gelen paralardı, ayrıca İspanya, Fransa, Portekiz ve Macaristan’dan da az sayıda madeni para geliyordu.

Yine de madeni paraların kullanımındaki güçlük ve karışıklıklar nedeniyle, sarraflar da kullanımı giderek artan kağıt paraya yöneliyor, madeni paralardaki gelişmelerle çok yakından ilgilenmiyorlardı.

Temel Araç: Poliçe

Bu ödeme türünün temel aracı, 13. yüzyılda, belki de daha önce İtalyanların bulduğu poliçeydi. Poliçe daha sonra çok çeşitli alanlarda kullanılacak önemli bir buluştu.

Poliçelerin nasıl işlediğini anlamak için eşzamanlı olarak iki ticari işlem yapıldığını düşünmemiz gerekir. Örneğin; İtalya’daki bir tüccar Belçika’dan yün satın alır. Belçika’daki bir tüccar da İtalya’dan şarap alır. Bu iki işlem aynı zamanda gerçekleşir. Ancak yün satın alan İtalyan tüccar Belçikalıya doğrudan ödeme yapmaz. Şarap alan Belçikalı tüccar da İtalyana doğrudan ödeme yapmaz. Bunun yerine şarabı satan İtalyan satın alan Belçikalı adına bir borç senedi hazırlar. Ve bu senedi yün satın alan İtalyan tüccara satar. Yün tüccarı İtalyanın senedi satın alması şarap üreticisi İtalyanı tatmin eder. Yün tüccarı İtalyan satın aldığı yünün parasını ödemek için senedi Belçikalı yün üreticisine gönderir; Belçikalı yün üreticisi de döner, bu senedi Belçikalı şarap tüccarına satar; şarap tüccarının senedi satın alması Belçikalı yün üreticisini tatmin etmiştir. Böylelikle Belçikalı ve İtalyan üreticilerin alacakları para, bir diğer Belçikalı ve İtalyan tüccar tarafından ödenmiştir: İtalya’daki yün alıcısı İtalyan şarap satıcısına ödemiş; aynı anda, Belçika’daki şarap alıcısı Belçikalı yün satıcısına ödeme yapmıştır. Şarap, yün ve şarap satıcısı İtalyanın şarabı alan Belçikalı adına düzenlediği borç senedi yani poliçe sınırları aşarak dolaşmaktadır. Oysa ne İtalya’dan Belçika’ya, ne de tersi yönde bir para transferi olmamıştır.

İşlemlerde Ortaya Çıkan Farklar

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız örnek kadar basit olmamakla beraber, sürecin esası böyle işlemektedir. Tabii ki her ticari işlem tam olarak bir diğerine eşit değildir. Poliçeler muhataplarını bu kadar kolay bulmamaktadır. Ticari işlemlerin bir diğerine eşit olmamasından çıkan farkları kapatmak amacıyla, poliçelerin el değiştirdiği canlı bir piyasa kurulmuştur. Örneğin, 1585 yılında Amsterdam’daki tüccar ve bankerler adına düzenlenen poliçeler Antwerp, Köln, Danzig, Hamburg, Lizbon, Lübeck, Rouen ve Sevilla’da el değiştiriyordu.

Bu piyasalarda esas kişilerden daha çok aracılar poliçe bakiyelerini kendi aralarında ödeyerek kapatırlardı. Aracılar mal arz eden kişilere peşin ödeme yaparak ve daha sonra o malları satın alan kişilerden, yapmış oldukları peşin ödemeleri tahsil ederek çoğu zaman banker gibi çalışırlardı. Büyük miktarlar yerine yalnızca arada oluşan farkların ödendiği ve çok sayıda aracının katıldığı bir iş haline gelen bu poliçe piyasaları, iki tarafta oluşan farkların kapatılması için gerek duyulan madeni para ihtiyacını önemli ölçüde azalttı. Bir olayda bir peni bile kullanılmaksızın bir milyon livre el değiştirmişti. Bu süreç, aracılarla sarrafların biribirileriyle karşılaştıkları; poliçeleri alıp sattıkları; dövizle ödeme yaptıkları ticaret fuarları kurulmaksızın işleyemezdi. İtalyanlar Belçikalı aracılarla hesap kapatırlar, ödemeyi Belçikalılar İngilizlere yapardı.

Ticaret Fuarlarından Büyük Aile Şirketlerine

Bu düzenlemeler çarpıcı değişimleri beraberinde getirmişti. Tüccarlar artık hesap görmek için yolculuk yapmıyorlardı. Şimdi ticari işlemlerin en etkin biçimde yapılabildiği ticaret merkezlerine seyahat ediyorlardı.

Sonuç olarak, ticaret fuarlarındaki merkezi uygulamalar finansman işlemlerinin hacmini artırmıştı. Ticari firmalar zamanla çeşitlendiler ve zaman içinde, bu işlemlerin çoğunda başlıca faaliyetleri döviz alım satımı olan çok büyük aile şirketleri haline geldiler: Kutsal Roma İmparatorluğu’nda Fuggers, Floransa’da Mediciler ve daha sonraları Rothschilds ve Baring Brothers gibi şirketler ortaya çıkmaya başladı.

Para kavramı bütünüyle değişmişti. Devletin resmi parası olarak prenslerin bastığı geleneksel kamu paraları, şimdi tüccar ve bankerler arasındaki ticari ilişkilerde ödeme aracı olarak kullanılan kredi araçları biçiminde ortaya çıkan özel paralarla aynı anda dolaşıma giriyordu. Modern dünyada bir işin karşılığında ödeme yaparken herkes gibi kağıt para vermek yerine çek yazarsanız, özel para iş başında demektir. Günümüzde bu işlevi kitlelere yayılan kredi kartları çok cüzi alışverişlerde bile yapabilmektedir.

İşte tüm bu düzenlemeler ilk olarak 15 ve 16. yüzyıllarda, poliçe kullanımının giderek artması ve ticaret fuarlarıyla gelişmiştir. Sermayenin ortaya çıkışına, bir bakıma, bu uygulamaların finansman işlemlerinin hacmini artırması neden olmuştur. Dolayısıyla, Avrupa bu gelişmeler  ile “Sermaye’nin Anavatanı” olma özelliğini hak etmektedir.

*****

Kaynak: Altının Gücü, Peter L. Bernstein, Sayfa 119-161

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Sermaye’nin Anavatanı (2)


Devalüasyon

Yeni Dünya’dan muazzam miktarda altın ve gümüşün taşındığı İspanya’ya tekrardan dönelim. 


Kraliyet finansmanının artık eski bir dümen sayılan bir değer yöntemi vardı: Para biriminin devalüe edilmesiyle para arzının artırılması. 1523’de İspanyol Cortes, V. Carlos’u yüksek değerdeki madeni paraların yurtdışına çıkarılmasını önlemek amacıyla içerdikleri altının azaltılması için uyarmıştı. Bu yolla aynı miktardaki altınla daha çok sayıda madeni para basabileceklerdi. Neredeyse dipsiz bir altın külçe kuyusuna sahip olduğu halde, Carlos’un bu adımı atmaya karar vermesi, ihtiyacının ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu. Diğer hükümdarlar da aynı yolu izlemekte gecikmeyeceklerdi. VIII. Henry’nin 1542 ile 1547 yılları arasındaki politikası o kadara açıktı ki, bu hareketi büyük harflerle “Büyük Değer Düşürme” olarak anılıyordu. Henry’nin paranın değerini düşürmesi, 1540’larda Fransa ile yaptığı savaşın doğrudan sonucuydu. “Değerli olan her şey için Darphane’yi çalıştırmıştı.”

Mallar Paradan Daha Değerli Olunca

Bu ortamda zorunlu olarak harcama yapanlar yalnızca krallıklar değildi. Enflasyon kendi kalıcı zorunluluklarını yaratır. Mallar insanlar için paradan daha değerli olunca, enflasyon tüketicilerin, özellikle de iş adamı ve çiftçilerin stok yapmalarını teşvik eder. Biraz daha ayrıntılı baktığımızda, stok yapmanın yerini spekülasyonun aldığını görürüz: İnsanlar ihtiyaçları olmayan şeyleri önceden satın alırlar veya piyasayı ele geçirmeye çalışırlar. Bunun nedeni ya beklenen fiyat artışlarına karşı tedbir almak ya da bu malları ileride daha yüksek fiyatlardan satmaktır. Tüm bunlar fiyatların daha da yükselmesine yol açan yoğun bir baskı oluşturur ve yükselen fiyatlar daha da fazla stok ve spekülasyon yapılmasına teşvik eder.

Hazinelerin Fiyat Devrimi Üzerindeki Etkisi: Teorik Düşünceler

Adam Smith’e göre, Amerika’daki bol miktarda madenin keşfi tek neden olarak görünmektedir. İlk bakışta da böyle görülebilir. Ancak 1470’de başlayan fiyat artışları, 1500’lere gelindiğinde Avrupa’nın her yerinde tırmanışta olmasına rağmen, 1520 yılına kadar İspanya’ya ciddi sayılabilecek miktarda altın gelmemişti. Başka bir neden artan nüfus artışı olarak değerlendirilebilir. Bu durumda ise nüfus artışı yüksek ülkelerde (Hindistan ve Bangladeş gibi) enflasyonun artması, az olan ülkelerde ise istikarlı olması ya da düşmesi gerekirdi. Gerçekler bu varsayıma pek uygun değildir. Bazı durumlarda neden olabilir, ama yeterli bir neden değildir. Asıl mesele “artan nüfusun daha yüksek fiyatlara ödeyecek parayı nereden bulacağı?” meselesidir. Bu soru yanıtını da içermektedir: Para arzı artmalıdır.

Çok Önemli Bir Not!

İşte tam da bu arada, şu önemli notu düşelim: Avusturya Okulu’na mensup günümüz finans ve iktisatçılarından olan Krassimir Petrov, bu durumda oluşacak olan sarmalı fevkalade açıklamaktadır: “Para arzı ile enflasyon tetiklenirken, para talebi ile hiperenflasyon tetiklenir!”

Jean Bodin ve Monetarist Görüş

Fransız Jean Bodin’e göre - ki 1568 yılında dikkate değer bir ekonomik araştırma yapmıştır – Amerika’dan İspanya’ya akan muazzam miktarlardaki değerli maden, Fransa ve İtalya’ya oranla İspanya’da fiyatları yükseltmiştir. Çünkü, “İspanya zengin, kibirli ve tembeldir... Fiyatların yükselmesine kısmen altın ve gümüş bolluğu neden olmuştur.”

Bodin enflasyonun her zaman ve her yerde parasal bir olgu olduğunu ileri süren Nobel ödüllü Milton Friedman’ın ortaya koyduğu ekonomi teorisinin önemli bir kolunu oluşturan monetarizmin fikir babasıdır. Genel bir fiyat artışı sırasında alıcı aynı mal ve hizmet sepeti için daha fazla para harcamak zorundadır. Yani, enflasyon bir şekilde finanse edilmedikçe devamlılık gösteremez ve kronikleşmez. Alıcılar aynı satın alma düzeyini korumak için ihtiyaç duydukları ekstra parayı bulamadıkları takdirde, alımlarını azaltıp, daha az şey alacaklar, dolayısıyla da satıcıların fiyat artışlarını sürdürme kabiliyetlerini sınırlandıracaklardır. Bu nedenle monetaristler, Yeni Dünya’nın altın ve gümüş külçelerinden üretilen para arzı artışından beslenmemiş olması halinde, 16. yüzyıldaki Fiyat Devrimi’nin asla bu kadar uzun süremeyeceğini ileri sürmüşlerdir.

Maamafih, gerçekleri monetarist kurama uyarlamak Bodin’in ortaya koyduğu kadar kolay değildir. Elde edilen hazinenin tümü para olarak Avrupa’da kalmamıştır. Her zaman olduğu gibi stokçuluk hazinenin bir kısmını dolaşımın dışında tutmuş, bir kısmı da kiliselerdeki görkemli süslemelerde kullanılmıştır. Ve önemli bir miktar ise Asya’ya sevk edilerek, asla geri dönmemiştir.

Bu arada altın kaçakçılığı da artmıştır. Resmi istatistiklere nazaran, gayri resmi bilgiler incelendiğinde, İspanya’ya akan değerli maden miktarının 1600’den sonra fiilen arttığı görülmektedir. Brezilya’daki muazzam altın madenleri Portekiz’e 1700 yılından sonra sevk edilmeye başlanmış, fakat bu tarihe gelindiğinde Fiyat Devrimi sahneyi çoktan terk etmiştir. Monetarizmin en seçkin otoritelerinden ve Milton Friedman’ın takım arkadaşlarından Anna Schwartz bile, Fiyat Devrimi deneyiminin “esas” monetarizm “varsayımıyla çelişkili” olduğunu belirtmiştir.

Diğer ekonomistler ise, monetarizmin tek bir ekonomik değişkene odaklanmasına karşı çıkmakta, iddiayı tam tersinden ele almayı tercih etmektedir. Bu yaklaşıma göre, 16. yüzyıldaki Fiyat Devrimi değerli maden biçimindeki para arzının artması sonucunda ortaya çıkmamıştır; daha çok, yükselen fiyat düzeyi paraya olan talebi artırmış ve bu da İspanyolların Amerika’dan altın ve gümüş getirme çabalarını ikiye katlamalarına neden olmuştur. Bu perspektiften bakıldığında, genişleyen para arzı enflasyonun nedeni değil, sonucudur.

Fiyat Devrimi’ne neyin nasıl sebep olduğu pek önemli değildir, ancak kalıcı olmasında en önemli rolü Amerika’dan Avrupa’ya getirilen hazinelerin oynadığı bir gerçektir. Krassimir Petrov’un tesbit ettiği sarmal yine karşımıza çıkmaktadır. İspanya’da fiyatlar kısa sürede Fransa’daki fiyatların üzerine çıkmıştır.



8 Temmuz 2013 Pazartesi

Sermaye’nin Anavatanı (1)


“Altın: Tek Güvenli Değişim Aracı” başlıklı yazımızın son paragrafında, “Para Deyip Geçmemeli!” diye ara başlık atmıştık. Şimdi de, bu paranın izini biraz olsun sürmeye çalışalım. Rengi, dini, ırkı olmayan paranın vatanının bile olmadığı; Çinlilerin ettiği bedduada olduğu gibi “İlginç Bir Çağ”da yaşıyoruz. Her yerde kargaşa hakim ve doğası gereği hızı tetikliyor. Bir tuşla elektronik alemde milyarlarca dolar el değiştiriyor. Her şeyi hız belirliyor!  Öyle ki, ne gündeme, ne güncele yetişebiliyoruz.

Tabii ki, bu böyle gitmeyecek! Her şeyin bir sonu olduğu gibi, bu ilginçliğin de bir sonu olacak. Yüksekten düşüp yuvarlanan bir top düzlüğe çıktığında, durmadan önce, nasıl en hızlı ivmesini yakalıyorsa, öyle bir durumda olduğumuzu belirtmekle yetinelim ve paranın izini sürmeye başlayalım.

Mundus Novus

Bundan 500 yıl önce yine bir Haçlı Seferi bu sefer Batı’ya düzenlendi. Tam 200 yıl boyunca yağmalanan bu deniz aşırı kara parçası, Aztek, Maya ve İnka Medeniyetlerine tanıklık etmişti. Eski Dünya için Yeni Dünya idi: Mundus Novus. Maamafih, Hristıyanlaştırma amacıyla kutsanmış seferler, “kutsal altın susuzluğu”na dönüşmüştü. Hem medeniyetleri hem kâşifleri lanetiyle trajik sona götüren altının gücü bir kez daha kendini göstermişti.

1500’lerde Yeni Dünya’dan muazzam miktarlarda altın ve gümüş Atlantik üzerinden İspanya’ya taşındı. Bir yetkiliye göre, yüzyılın sonunda Avrupa’daki altın ve gümüş stoku, 1492’deki miktarın yaklaşık beş katına ulaşmıştı.

Yeni Dünya’dan getirilen altın ve gümüş miktarı o kadar büyüktü ki, hazineleri Avrupa’ya taşıyan silahlı filolarda ortalama 60 gemi bulunuyordu. Bazen bu sayı 100’e kadar çıkıyordu. 1500’lerde bu gemilerin her biri 200 ton yük taşımaktaydı. 1600’lerde büyük gemilerde taşınan yük yaklaşık 400 tona çıkmıştı. Yalnızca 1564 yılında getirdiği hazineleri boşaltmak üzere Seville’e yanaşan gemi sayısı 154’tü. 16. yüzyılın sonunda Amerika’dan İspanya’ya sevk edilen her türlü yükün değeri kıymetli madenlerle hesaplanıyordu.

İronik Bir Değişim

16. yüzyıl boyunca bütün bu altınların Avrupa ekonomisi üzerindeki etkileri izlendiğinde, öykünün en sonunda ironik bir değişime uğradığı görülür. Tarihin çoğu dönemimde altının rakibi gümüş olmuştur. Ancak 16. yüzyıl sonlarına doğru her iki değerli madenle de boy ölçüşecek ciddi bir rakip gelişmeye başlamıştı. Bu, hükümetler yerine özel kurumların borçlanma enstrümanı olarak ihraç ettiği kağıt formundaki paraydı. Kimsenin pek dikkatini çekmese de, şimdi gelecek kendisini göstermeye başlıyordu.

“16. Yüzyıl Fiyat Devrimi”

1500’lerde Yeni Dünya’dan muazzam miktarlarda altın ve gümüş İspanya’ya taşınırken, Avrupa’da da ciddi ekonomik değişiklikler yaşanıyordu. Biraz daha geç gelmekle birlikte, Asya’da da benzer değişiklikler kendini gösteriyordu. 1500’lerde fiyat hareketleri ve paraya olan talep öylesine çarpıcı bir değişim geçirmişti ki, ekonomistler bu dönemden “16. Yüzyıl Fiyat Devrimi” diye söz ederler. Fiyat Devrimi, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, uluslararası ticaretin birden gelişmesi ve Uzak Doğu’da binlerce kilometre uzaklıktaki insanlarla yapılan ticaretin genişlemesi, iş yapma yöntemlerini kolaylaştırmış ve finansal işlemlerin niteliğini dönüştürmüştü. 16. yüzyılda kralların yaşadığı finansal güçlükleri bir yana bırakırsak, özel sektördeki işler geçmişte olduğundan çok daha kapsamlı bir düzeye erişmişti.

Tarihteki En İnatçı Enflasyon

Bütün yüzyılın tarzını belirleyen Fiyat Devrimi, 1470 yılından itibaren İtalya ve Almanya’da ilk artışlarla kendini göstermeye başlamış, sonra enflasyon bir veba salgını gibi adım adım, 1480’lerde İngiltere ve Fransa’da ortaya çıkmış, sonraki on yılda İberya’ya uzanmış ve 1500’lerin başlarında Doğu Avrupa’da filizlenmişti. Fiyatlar her yıl yükselmese de, özellikle tarım fiyatları dalgalı seyrediyordu; dalgalanmlarda dipler bir öncekinin altında olmasına rağmen, her tepe noktası yeni bir rekor şeklinde gerçekleşiyordu.

Geleceği bir belirsizlik perdesiyle örttüğü için her zaman rahatsız edici olan enflasyon, 16. yüzyılda Avrupa’da yaşayanlar açısından fazlasıyla şok edici ve sarsıcıydı. Daha önce benzer deneyimleri olmamıştı. Bunu açıklayacak bir ekonomik kuram yoktu. Enflasyonla başa çıkabilecekleri yerleşik bir kural ya da politikaya sahip değillerdi. Hasadın kötü olması nedeniyle kısa enflasyon dönemleri geçirmişlerdi, ama yüz yılı aşkın bir zaman geçmiş, tarihte hiçbir enflasyon bu kadar inatçı olmamıştı.

Fiyat artışları hammadelerde, özellikle tarım ürünlerinde daha hızlıydı. 1480 yılından 1650’ye kadar İngiltere’de kereste, et ve tahıl beş ila yedi kat yükselmişti. Yalnızca mamül maddelerin fiyatı üçe katlanmıştı. 170 yıl içinde yüzde 700 artış hesaplandığında, ortalama yılda 1,2’ye gelir; ama ücretlere yapılan zamlar, ihtiyaç maddelerindeki fiyat artışının yarısının bile altında kalıyor, dolayısıyla da enflasyonist baskıların sertliği ve kalıcılığı insanları fazlasıyla sarsıyordu. O dönemde paranın alım gücü ve işçi gelirlerinin gerilemesi tehlikeli boyutlardaydı.

Bu Gerilemenin  Nedeni Neydi?

Konuya ilişkin tartışmalarla ilgili kapsamlı bir literatür vardır. Tartışmaların temel noktası, Fiyat Devrimi’nin bu kadar uzun sürmesine yalnızca tek bir şeyin neden olmadığıdır. Ekonomi tarihçisi Glyn Daves Fiyat Devrimi’ni, “tuhaf ve derin” olarak betimlemiştir. Meseleyi derinlemesine incelemiş olan dönemin literatürüne bakıldığında, belirtilen nedenlerden bazılarının tarımdaki gerileme, aşırı vergilendirme, nüfus azalması, piyasa manipülasyonu, yüksek emek maliyetleri, serserilik, lükse düşkünlük ve Cenevizli iş adamlarının başvurduğu türden entrikalar olduğu görülmektedir.

“Pecunia Nervus Belli” Tacitus

Enflasyon, harcamaların hızla arttığı ve barış dönemindeki mal ve hizmet üretiminin düşme eğilimine girdiği savaş dönemlerinde her zaman görülmüştür. Tacitus, “Pecunia nervus belli” (Para savaşın tendonudur) diye yazmıştır. Avrupa kıtasında 1551’den 1651’e kadar geçen 100 yıl içinde barış içinde geçen tek bir yıl bile olmamıştı. Bu savaşları finanse etmekten kaynaklanan bütçe sorunları 16. yüzyıldaki vergi sistemleriyle daha da yoğunlaşmıştı. Bu da neredeyse bütün yükü alt sınıfların sırtına bindirmişti. Enflasyon sürecinde en geri konuma itilenler alt sınıflar olduğundan, devlet gelirleri enflasyon ve savaşın sürekli yukarıya çektiği devlet harcamalarının gerisinde kalmıştı. Bunun sonucunda da kaçınılmaz olarak muazzam bütçe açıkları oluşmuş ve devlet borçları hızla artmıştı. Neticede bulunan iki finansal çözüm İspanya’nın asientos’u ve Fransa’nın Grand Parti’siydi. Her ikisi de, modern anlamıyla sermaye piyasalarından borç alma biçimiydi ve İtalya, Almanya ve Hollanda’daki bankaların hesaplarında biriken geleneksel özel borçlanma yöntemlerini tamamlıyordu.




1 Temmuz 2013 Pazartesi

Altın: Tek Güvenli Değişim Aracı

Hani derler ya "altınla yatıyoruz, altınla kalkıyoruz." Dünya yatırımcı portföyünün 40'ta 1'ini bile oluşturmayan altın, neden küçük yatırımcıyı bu kadar çok ilgilendiriyor?!


Üstteki grafik: 1970’ten Günümüze Altın Fiyatı (Ons/$)

1973 yılında resmen vazgeçilen "Altın Standartı" uygulamasıyla birlikte altın fiyatı da dalgalanmaya bırakıldı. Aslında çok önceleri düşünülen bu durum ABD dış ticaretinin tıkanması dolayısıyla Hızır gibi devreye sokuldu. Altın artık sadece devletlerin hazinelerinde bulunup değiş tokuş yapılmayacak, uluslararası piyasalarda da alışverişi olabilecekti. O sıralar altının ons değeri 35 $ idi. Ve çok kısa bir süre içerisinde 200 $'a kadar yükseldi. Altın fiyatı 6 misline yakın artış göstermişti. Dünya yüksek enflasyonlu günler yaşıyordu. Petrol darboğazı vb. sıkıntılar fiyatları sürekli yukarı çekiyordu. 1974 senesindeki zirvesinden sonra 1976'da altın fiyatı 100 $'a yakın seviyelere kadar düştü. Değer kaybı neredeyse yarı yarıya idi.

1976 senesi dibinden 1979 senesine kadar altın fiyatı bu kaybını telafi ile geçirdi. 1979 senesinde ise 200 $'daki zirvesini geçerek, tarihindeki yıllık en yüksek değer artışını yaşadı. Fiyat 500 $'ları gördü. Ancak asıl pandomima 1980 yılının ocak ayında patlak verdi.Yüksek enflasyonu kontrol etmek isteyen FED faizleri hızlı bir şekilde, yarımşar hatta birer puan artırmaya başladı. Amaç hasıl oldu. Ancak bu arada altın fiyatı da 850 $'ları gördü. 1976 yılında başlayan yükseliş hareketi bu kez altın fiyatını 8.5 misli daha artırmıştı. 

21 Yıl Süren Düzeltme

1980 yılındaki tarihi zirvesinden sonra altın tam 21 yıl aşağı yönlü yatay bir dalgalanma sürecine girdi. Özellikle 1999 - 2001 yılları arasında o zamanlar İngiltere Maliye Bakanı olan eski başbakanlardan Brown'un finansal opersayonlarından biri de, hazinenin altın satışları idi. Bu aşamada altın 250 $'ları gördü. Tekrar 200 $'ı göreceği yönünde spekülasyonların ardı arkası kesilmiyordu. Altın tarihine “Brown Dibi” olarak adını yazdıran bu süreç piyasalarca doğru düzgün algılanamadı. Bu arada Merkez Bankaları'nın altın satışlarına sınır getiren meşhur "Washington Anlaşması" yapıldı.

1980'den 2001 senesine kadar geçen sürede ve akabinde altına olan ilgi neredeyse yok denecek kadar azaldı. Hatta bu durum 2006 senesine kadar devam etti. Öyle ki, fiyatının 500 $'a bile ulaşamayacağı, 450 $ civarından döneceği hemen hemen herkes tarafından iddia ediliyordu. Gerçektende, altının yükselişini bahane edecek herhangi bir spekülasyondan söz etmek deli saçmalığı olarak değerlendiriliyordu.

2006'da ve Öncesinde Ne Oldu?

Dünyanın en etkili merkez bankası olarak nitelendirilen ABD Merkez Bankası'nın (FED) 18 yıllık Başkanı Alan Greenspan, 2005 Ocak ayı sonunda emekliye ayrıldı. Bush yönetimine yakınlığıyla tanınan Benjamin Bernanke 1 Şubat 2006 itibariyle görevine resmen başladı.

Bernanke göreve geldikten bir süre sonra subprime mortgage kriziyle karşı karşıya kaldı. Aslında bu durum kendisinden önceki düşük faiz politikası ile alakalı idi. Düşük faiz politikası da 11 Eylül saldırıları ile alakalı. Saldırıların teyidi ile birlikte hem FED, hem de Avrupa Merkez Bankası oluşabilecek paniği önlemek için piyasalara fonlama yaptılar. Böylece, güven oluşturabilmek için para piyasada haddinden fazla bollaşmış oldu. Bu durum dolayısıyla faizleri de aşağı çekti. 2004 senesinin sonuna doğru ve 2005 yılı başından itibaren FED piyasadaki fazla parayı çekmek için tekrar faiz arttrımaya başladı. Düşük faizle birlikte, önce canlanan emlak piyasası, sonrasında bir balona dönüştüğünde, bu faiz artışlarının balonun patlamasına neden olacağı aşikardı. Emlak fiyatları düştü. Borçlar geri ödenemez halde geldi Çünkü emlağını elinden çıkarsa bile yatırımcı borcunu ödeyemiyordu. Bu sırada piyasada, biribirinden değişik kredi seçenekleriyle finans kurumları ipin ucunu kaçırmış durumdaydılar. Mortgage krizi tam çözülüyor derken Lehman Brothers krizi patladı Kredi krizi, finas krizine dönüşüverdi.


Üstteki grafik: 1980’den günümüze FED politika faizi, iskonto oranları

Dünyayı Kurtarması Beklenen Adam: Helikopter Ben ya da II. Benjamin

2008 Eylülünde Lehman Brothers’ın batışından sonra bütün dünyanın gözü Bernanke’ye çevrildi. Bu kriz yumuşamaya yüz tutmuşken Euro bölgesi krizi patladı. Bu krizler bir araya geldiğinde tam anlamıyla bir küresel krizi temsil ediyordu. Ve bütün ülkelerin Merkez Bankası Başkanları ve hatta siyasetçileri Ben Bernanke’nin ağzının içine bakıyordu. Bernanke bir yandan ABD ekonomisini toparlamaya çalışırken bir yandan da dünyadaki öteki ekonomilerin durumunu kollamakla meşguldü. Ben Bernanke’den “dünyayı kurtaran adam“olması istendi. Ekonomik durgunluğun karşılıksız para basmakla aşılabileceğini savunan, bu amaçla gerekirse yeni basılmış banknotların helikoperle halka dağıtılmasını önerdiği için adı Helikopter Ben’e çıkmış olan II. Benjamin (I. Benjamin Franklin) Bernanke bu rol için biçilmiş kaftandı.

Nitekim Bernanke kendisine umut bağlayanları hayal kırıklığına uğratmadı, Lehman Brothers’ın batışından bugüne kadar tam 2.4 trilyon dolar basarak ABD para tabanını tam 4 katına çıkardı.

Üstteki grafik: 2006’dan günümüze ABD para tabanı

Para Deyip Geçmemeli!

Asıl sorun ne faiz ne enflasyon ne de bir başkasıdır. Faiz, enflasyon ve benzeri gerçeklerin hepsinin nedeni paradır. Para’nın yönetimidir.

Paranın güvenle, güvenin de ekonomik sonuçlarla dolaysız olarak ilgisi vardır. Altın fiyatları ister dalgalanmaya bırakılmış olsun, isterse sabit bir standart olarak kullanılsın, paraya, dolayısıyla ekonomiye olan güvensizlik ve belirsizlik altın fiyatlarının temel kalatizatörüdür. Para bir simgedir. Güvenin simgesidir. Üzerinde adını taşıdığı devlete olan güveni temsil eder. Paraya olan güven, devlete olan güvenle eşdeğerdir. Vatandaşları, arkasında devletlerine olan güvenden dolayı kendi paralarını bir değişim aracı olarak kullanırlar. Para basmak, tedavüle sokmak, bir savaş ilan etmek kadar hassas ve önemli kabul edilmiştir. Bir merkez bankası para basarak sorunların üstesinden gelebileceğinde ısrar ediyorken, piyasa, geçmiş dönemde, bu gibi yaklaşımların sonuç vermediğini bizzat yaşamış olarak biliyorsa; bu durumda, belirsizlik ve güvensizlik fiyatlanacak demektir. Altın fiyatının tarihindeki dalgalanmalara bakıldığında, fiyatını yükselten etkenin ne enflasyon ne deflasyon ne de spekülasyon olduğu görülecektir. Altın fiyatını tüm dönemlerde yükselten faktör “belirsizlik” ve para yönetimine olan “güvensizlik”tir.

Herbert Hoover’in 1933’te başkan seçilen Roosevelt’e söylediği, “Hükümetlere güvenemediğimiz için altın bulunduruyoruz,” sözünü doğrularcasına, halk güvenli bir değişim aracı olarak mütemadiyen altın alır, alacaktır. Çünkü, altını ne güve ne pas yok edebilir. Hiç bozulmaz. Ne yapılırsa yapılsın, ortadan kaldırılamaz. Kimyasal tepkimeye girmez. Gücünü ve halka verdiği güveni bizzat kendi doğasından alır.

Yatırımcıya Not:

Tarihinde birçok kez 8 ile 10 misli artış gösterip, ardından yarı yarıya değer kaybedebilmiş olan altın için, ons başına 1000 (yazıyla bin) $’ları görecek demek kehanet değildir. Tam tersi, bu seviyelerden yine 8 ile 10 misli artış göstererek 10 000 (yazıyla on bin) $’ları görebilir olması da makul ve mantıklı bir beklentidir. Unutulmaması gereken altın fiyatının “belirsizlik ve güvensizlik” ortamında mutlaka “yükselir, yükselecek” olduğudur.


29 Haziran 2013 Cumartesi

TİCARET VE LİDERLİK

Ertesi gün bir toplantıya katılmıştım ve konuşmacı liderlik hakkında konuşuyordu.

Liderlik üzerinde düşündüğümde aklımdan geçen şuydu: Tüccar olarak bizler, kendi işlerimize sahiptik ve işimizin kendi yönünü ayarlıyorduk. Bizler lideriz ve işimizi nasıl yürüttüğümüz başarımızın en önemli noktası.

Sizlerin de bildiği gibi, tüccarların % 90’ı para kaybeder. Mevzu şudur: Bu istatistiğin bir parçası olmadan işimizi nasıl yönetir ve yürütürüz?

Bu yollardan bir tanesi, liderlik prensiplerini anlamak ve bunları kendi ticari işimize nasıl tatbik edeceğimizdir.

Nedir bu prensipler?

1. Neden ticaret hayatının içinde olduğumuzu bilmek.

Kendimize sormakla başlayabiliriz:

- Niçin ticaret işindeyiz?
- Bizi ticarete ilk çeken neydi?
- Bunun bir iş olduğunu mu düşünüyoruz yoksa hobi mi?
- İşimizde tutkulu muyuz?
- Ticaret bize yorucu geliyor mu?
- Ticari hedeflerimiz neler?
- Bu yolculuğun tadını mı çıkartıyoruz yoksa sadece sonuca mı odaklanıyoruz?

Ticaretten ne kazanıyoruz?

- Para
- Heyecan
- Rekabet
- Güç
- Diğer sebepler

Ticari işimizden istediğimiz her şeyi elde ettiğimizi hayal edelim:

- Elde ettiklerimiz bizim için ne ifade ediyor?
- Kazanımlarımızla ilgili ne hissediyoruz?
- Kendimiz için ne hissediyoruz?

Bir şeyi neden istediğimizi bilirsek, bu bize üstesinden gelmemiz gereken sorunları aşmakta yardımcı olur.

Tiger Woods’u düşündüğümüzde aklımıza ne geliyor? Bence, kendisi en başarılı golfçülerden biridir. Ben onun, olabileceğinin en iyisi olmayı istediğine inanıyorum. Bu o kadar güçlü bir istek ki, acımasız bir rutin haline dönüşmüş. Yağmurlu ve güneşli havada , o sürekli yeni bir şey öğrenmek için uygulamalar yapar. Bunun için o kadar güçlü bir sebebi var ki, disiplinlidir, tutarlı sonuçlar üretir ve de bunu yaparken eğlenir.

Ticaretle meşgul olma sebebimiz (Woods gibi) işimize tam bağlılık sağlayacak kadar güçlü mü?


2. Enerjimizi yönetmek

Sabah uyandığımızda, belirli bir miktarda enerjimiz vardır. Bu enerjiyi nasıl kullanacağımız ve nereye odaklayacağımızın kararı tamamıyle bize aittir. Peki biz enerjimizi gün içerisinde nasıl yönetiyoruz?

- Ne tür aktiviteler bize enerji veriyor ve neler enerjimizi tüketiyor?
- Aktivitelerimizi nasıl sıralıyoruz?
- Herşeyi kendimiz mi yapmaya çalışıyoruz, yoksa ekibimize odaklanıp sorumlulukları paylaştırıyor muyuz?
- Stres ile nasıl başa çıkıyoruz?
- Kendimizi nasıl motive ediyoruz?
- Çevremizde kimler var?
- Enerjimizi nasıl yönetiyoruz?
- Olumsuz haberler ve dedikodular ile nasıl başa çıkıyoruz?
- E-mailler, telefon görüşmeleri, mesajlar ve bizi meşgul edebilecek diğer şeyler ile nasıl baş ediyoruz?
- Günden güne üretiyor muyuz yoksa tükeniyor muyuz?

Eğer herkes için herşey olmaya çalışıyorsak, yanarız. 80/20 kuralını duymuş olmalıyız:

“Çabalarımızın %20’si sonuçlarımızın %80’ini oluşturur.”

Enerjimizi, sonuçlarımızı oluşturacak çabalara odaklayabilir ya da oyalanabiliriz. Oyalanırsak, çok meşgul oluruz, ancak buna rağmen istediğimiz zaman diliminde istediğimiz sonucu elde edemeyiz. Seçim bizim!

3. Algılamamız

Hepimizin bildiği gibi; bizler iş hayatımız süresince, zorluklar ve yoğun mücadeleler ile karşı karşıyayız. Buradaki önemli soru şu: Bunlarla nasıl başa çıkıyoruz? Bunlara nasıl anlamlar yüklemekteyiz?

Kaybettiğimizde:

- Bunu nasıl görüyoruz?
- Buna nasıl bir anlam yüklüyoruz?
- Kendimizi nasıl hissediyoruz?
- Dersler çıkarabiliyor muyuz?
- Yoldaki dikenlerin bizi durdurmasına izin mi veriyoruz?
- Güçlüklere karşın ileriye mi bakıyoruz?

Olaylara bakış şeklimiz, durum hakkında ne hissettiğimizi ve nasıl ele aldığımızı belirler. Örneğin, eğer kayıplarımızı dünyanın sonu olarak gördüğümüzde ya da herşeyin aleyhimize işlediğini ve bir aptal olduğumuzu düşündüğümüzde, tahmin edelim, ne olacaktır? Ticaret hayatımızda başarılı olmak bizim için çok daha zor olacaktır. Halbuki kayıplarımızı ticaret yapmanın bir bedeli ve ticari hayatımızın genel gideri olarak düşünürsek, o zaman kabullenmemiz daha kolay olacak ve yükselebileceğiz . Bunun, algılamamız ve nasıl gördüğümüz ile alakalı olduğunu idrak etmek önemlidir. “Gerçeklik değil, yalnızca bizim algılamamız vardır”. Korku duymak bizi tamamiyle durdurmadığı sürece kabul edilir bir şeydir.

Küçük adımlar atalım.


4. Çevremizi kuşattığımız insanlar

“Biz, sürekli birlikte takıldığımız 5 kişinin ortalamasıyız”

Arkadaşların üzerimizde etkileri vardır.

Bir yolculuğum esnasında tanışmış olduğum sevimli bir çifti hatırlıyorum. Konuşmaya başladık , kocası ticaret ile meşgulmüş. Ancak, bir yılı aşkın eğitim hayatının sonrasında henüz bir başlangıç yapmamıştı. Koca bir ek kazanç yaratmak istiyordu, ancak kaybetmekten korkuyordu. Tüm bunların üstüne bir de karısı “ tek bir kuruşu dahi kaybetmeyi kaldıramayız” diyordu. Hasılı bu nedenle bir başlangış yapamamıştı.

Çevremizi kimler ile kuşatıyoruz? Bunlar:

Bizi ticari hayatımızda teşvik mi ediyorlar?
Bize inanıyorlar mı?
Bize kapılar mı açıyorlar?
Başarılılar mı?
Bizim de aynısını onlar için yapacağımız kişiler mi?

Çevremizde kimlerin olacağının seçimi ve kimlerin fikrini alacağımız çok önemli. Çevremizi genellikle; bakış açısını saygı ile karşılayacağımız kişiler yerine, sevdiğimiz kişiler ile kuşatırız.

Başkalarının korkularının bizim hayallerimizi sınırlamasına izin vermeyelim.

5. İşimizin sahibi olalım

Kendimize soralım, biz:

Kendimize inanıyor muyuz?
Ticaret ile uğraşırken bir bakış açımız var mı?
Riskimizi hesaplayabiliyor muyuz?
Ticaret hayatımızın sonuçlarının sorumluluğunu alabiliyor muyuz?
Ortaya çıkan fırsatları değerlendirebiliyor muyuz?
Pazardaki değişimlere uyum sağlayabiliyor muyuz?
Ticari hayatımızda esneklik oluşturabiliyor muyuz?

Birçoğumuz, kendi düşüncelerinden ziyade fazlası ile başkalarının düşüncelerine değer verir. Pişman olmaktansa güvende olmayı tercih ederiz. Başkalarını takip edersek, kendi sonuçlarımız üzerinde sorumluluğumuz olamaz. Tavsiyeleri, piyasayı ya da başkaca her şeyi suçlayabiliriz.

Liderlerin özelliklerinden birisi; onların hiçbir zaman hata yapmayacağı değildir. Onların özellikleri sonuçları değerlendirmeleri ve buna göre hareket etmeleridir.

Eflatun der ki “ Hiç riziko almamak, her şeyi riziko etmektir.”

Özetlemek gerekirse, liderliğin 5 ilkesi şunlardır:

1. Ne için ticaretin içinde olduğumuzu bilmek
2. Enerjimizi yönetmek
3. Algılamamız
4. Çevremizi kuşattığımız insanlar
5. Kendi ticari işimizin sahibi olmak

En önemli şeyin sadece kararlar almak olmadığını, aynı zamanda bunların sonuçlarına katlanmak ve bu esnada kendimize karşı nazik davranmak olduğunu unutmayalım. İşte bu, kendimize güveni artırmak, öğrenmek ve oluşturmaktır. Ticaret işi bir sürat koşusu değil, bir maratondur.
 
• http://www.mentaledgetrading.com/about.php Nazy Massoud
• http://www.nessiva.com/ Tercüme: Nesrin Atak

27 Haziran 2013 Perşembe

SPEKÜLATÖR’ÜN MİSYONU

Spekülatör bir insandır. Her alanda olduğu gibi onun ve yaptığı işin de doğru tanımlanması gerekir. Çoğunlukla ve çoğunluk tarafından olumsuz algılanan pek çok meslek ve meslek erbabı bulunmaktadır. Bunlardan biri de maalesef spekülatördür. Bu olumsuz algı ve yargıyı ortadan kaldırmanın en sağlıklı yollarından biri, üzerinde durulan konu ve öznenin ne olmadığını gözler önüne sermektir.

Spekülatör Bir Günah Keçisi Değildir

En başta bilinmesi gereken, aşırı yüksek ya da düşük hiçbir fiyatlamanın ardındaki nedenin spekülasyon olmadığı gerçeğidir. Asıl neden arz ve talep arasındaki ince denge ve hükümetlerin uyguladığı kur politikalarıdır. Spekülatör bu ince denge ve kur politikaları doğrultusunda, “adil fiyatın tesbiti” hizmetini veren piyasalara, üreticiler, tüketiciler ve tüccarlar gibi, hatta daha yoğun olarak katılarak derinlik ve etkinlik kazandırır.


Piyasaların amortisörü risktir. Riskin olduğu yerde de spekülatör vardır. Çünkü spekülatör kâr etmek amacıyla riski, kayb etme olasılığını gönüllü olarak üstlenen kişidir. Zarar etme olasılığına rağmen etkin biçimde piyasaya katılarak, mutlak anlamda hizmet eder. Çok cüzi finansal varlığına rağmen asıl sermayesi bilgi ve bilgiyi değerlendirme yeteneği, becerisidir. Piyasalardaki fiyatlamaların eğrisi doğrusu hakkında, fikri mütalaa ile zihni tahliller yapan bir mütefekkirdir. Günümüzde muazzam boyutlara ulaşan borsa ve piyasalarda mutlak anlamda yokluğu, tüm dünya ekonomisini çok kısa sürede çökertebilecek bir fonksiyonu icra eder.

Misyonu “adil fiyatın tesbit” edilmesine katılmaktır. Bu nedenle de adil olmak zorundadır. Ve adildir. Vizyonu vardır. Bir gün şayet başarılı olursa, elde ettiği servetle neler yapacağına dair düşleri vardır. Servetin “başkalarına keyif verdiği sürece güzel” olduğunu en iyi bilen insandır.  Asıl zenginliğin insanların kasalarında değil yüreklerinde olduğunun farkındadır. Çünkü o zararı gönülden üstlenen bir savaşçıdır.

Asıl Misyon Kendini Tanımak ve Gerçekleştirmektir

İnsanın tüm hayatı boyunca gün içinde en çok yaptığı ve yaşadığı, oksijenle olan ilişkisi olan solunum, nefes alıp vermektir. Ya da tam tersi: nefes verip almak! Bu arada her birimizin zihninden 40 bin ile 50 bin arasında düşünce geçer. Bedenimiz ihtiyari, gayri ihtiyari bir çok işlevlerde bulunur. Öyle ki tüm bunları fark etme ve iletme olanağımız bir güne sığamayacak kadar sınırlıdır. Sınırlı olunca tüm bunlar zihnimizde birikir. Öyle ki, tüm bu düşünce ve işlevlerin farkında olmak; bunları iletme olanağını doğru ve düzenli bir biçimde kullanmak istenç, umut, çaba, içtenlik, ciddiyet ve samimiyet gerektirir. 

Yazmak, öyle ya da böyle edebi bir faaliyettir. Sonuçta yazdıklarımızı okuyacak kişileri etkileriz. Yazdıklarımız bilgi verici ya da ikna edici olsun, muhataplarımızı müsbet ya da menfi manada etkiler. Konfüçyüs “kendini gerçekleştirme”de yazıcılığı, yazma faaliyetini en alt basamak olarak sınıflar. Aslında biz tüm düşünce, duygu ve davranışlarımızla kendimizi gerçekleştirmeyi amaçlarız. Bu süreçte fizyolojik, sosyolojik, psikolojik ve manevi olarak doyuma ulaşmaya çalışırız. Maslow’a göre bir alt basamaktaki doygunluğa ulaşmadan, bir üstteki doygunluğa ulaşabilmek mümkün değildir. Görünüşte öyle imiş gibi gözükse bile, bu tam anlamıyla bir doygunluk değildir. 

Konuyu ekonomiye bağlarsak, ilk iki basamak ekonominin alanına girer. Çünkü eşeysellik dediğimiz cinsellikle insan her kültüre has bir şekilde, sosyalleşmeye adım atar. Bu nedenle fizyolojik doyum ile sosyolojik doyum arasında eşeysellik köprü görevini yapar. Cinsellik hem fizyolojik hem de sosyolojik alana aittir. Bir insan fizyolojik ihtiyaçlarının gerçekleşmesi ile erke, cinsel ihtiyacının gerçekleşmesi ile de sosyolojik hayata adım atar. Sosyolojik doyumun gerçekleşmesine ilk adım türün karşı cinse ilgi duymasıdır. Öyle ki, bu münasebet gerçekleştikten itibaren sosyolojik hayat başlar. Aile kurulduktan itibaren kök anlamı “ev idaresi” olan ekonomi tam anlamıyla başlamış demektir. 

Ekonomi şu dört faydayı gerçekleştimek için vardır: İnsanın açlığının ve susuzluğunun giderilmesi, giyinmesi, barınması ve tüm bunların olması gereken zamanda gerçekleşmesi. Bu dört faydanın en önemlisi zamandır. Çünkü ilk üç fayda zamanında sağlanmazsa insanın kendi içinde ve çevresinde kargaşa çıkar. Bu da ekonomiye direk olarak olumsuz anlamda tesir eder. 

Bir insanın meslek sahibi olması, üçüncü ve dördüncü basamağa ait olan sevgi ve başarı ile alakalıdır. Bu her meslek sahibi için geçerli olduğu gibi bir spekülatör için de geçerlidir. Gerçek bir spekülatörde, yine Maslow’un tüm kendini gerçekleştirmiş kişilerde ortak olarak gözlemlediği 16 özellik bulunur ya da bulunmalıdır. 

Kendini gerçekleştirmiş bir kişi;

• Gerçeğin bilinebilecek yönlerini, doğru olarak algılar.
• Bilenemeyecek olanların bilinemeyeceğini, doğru olarak algılar.
• Gerçeği olduğu gibi kabul eder.
• Kendisini olduğu gibi kabul eder.
• Başkalarını olduğu gibi kabul eder.
• Yaşamın getirdiği olayları tam anlamıyla yaşayarak tadını çıkarma eğilimindedir.
• Kendiliğinden hareket eder.
• Yaratıcı bir biçimde davranabilir.
• Kendine ve yaşama gülebilir.
• İnsanlığa değer verir ve onun sorunlarını ciddiye alır.
• Son derece yakın ve derin birkaç dostu vardır.
• Yaşamı bir çocuğun gözü ve kalbiyle görüp yaşayabilir.
• Gerektiğinde çok çalışır ve sorumluluğunun farkındadır.
• Dürüsttür.
• Çevresinin farkındadır, sürekli çevresini araştırır ve yeni şeyler dener.
• Savunucu değildir.

Gerçekte yaptığı iş, piyasanın eğrisi doğrusu üzerinde fikren mütalaa, zihnen tartıp tahlil etme ve tefekkür olan bir spekülatörün asıl misyonu da, her meslek erbabı gibi kendini gerçekleştirmektir. Çünkü, gerçek bir spekülatör kendisi nasılsa, ne seviyede ise piyasaya yansımasının da, o hal ve etkinlikte olacağını bilir. 

Kendini gerçekleştirmek hayatın dengesini bulmaktır. Hayatın dengesini bulan bir spekülatör güven ile tevazu arasında, fiyatların istikrarına, adil olmasına katkı sağladığı gibi, ekonomik hayata da denge getirecektir.

18 Haziran 2013 Salı

MAS Plan


Foreks piyasasında

- Spot Euro

 ticareti yapacağım.

15 dakikalık M15 periyotta

- EURUSD

alıp satacağım.

xma (12), Advanced_ADX (13) ve Parabolic (0,05 – 0,3) trend takip sinyallerini kullanacağım. Ayrıca QQE (5) RSI osilatörü ile kullandığım 3 trend takip sinyallerinin sağlamasını yapacağım. Aylık, haftalık ve günlük pivot seviyelerini işleme girmeden önce dikkate alacağım.

xma (12), Advanced_ADX (13), Parabolic (0,05 – 0,3) ve QQE (5) M15 periyotta, dördü birden BULLISH sinyal verdiğinde, UZUN pozisyona piyasa emri ile gireceğim.

xma (12), Advanced_ADX (13), Parabolic (0,05 – 0,3) ve QQE (5) M15 periyotta, dördü birden BEARISH sinyal verdiğinde, KISA pozisyona piyasa emri ile gireceğim.

kâr hedefim 40 pipstir.

stop-loss miktarım 20 pipstir.

Kâr hedefine ulaşamadığı ve stop-loss olmadığı takdirde, açık pozisyonumu, 3 x M15 (45 dakika) sonunda kapatacağım.

Tekrar giriş için son 20 barlık Yüksek-Düşük kanalını kullanacağım. Zaman stopu ile kapattığım pozisyon yönünde 20’lik kanal kırıldığında tekrar pozisyona gireceğim.

Hafta içi (ABD ve İNGİLTERE piyasalarının kapalı olduğu günler hariç) Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe ve Cuma günleri;

Derinliğin -lot (pozisyon ebadı) ve işlem hacimlerinin- en çok olduğu saatlerde; 15:00 – 19:00 arası

En fazla iki kez ticaret yapacağım.

Fiyatlar Aylık, Haftalık ve Günlük pivot seviyelerinde destek ya da direnç bulduklarında, bu seviyelere yakın kapanışlar yaptıklarında mümkün mertebe işlem yapmamaya gayret edeceğim.

Günlük kâr hedefim 400 $ dır.

Haftalık kâr hedefim 750 $ dır.

1 lot (100 bin $) alıp satacağım.

40 işlem gerçekleştiğinde performans analizi yapacağım.